Pages

31 Aralık 2013 Salı

DEDİKODU

Arkamdan konuşurlarmış, umurumda mı?
Derlermiş ki:
O sadece yazı yazardı
Okuduğunu sanırdı, bilmezdi
Hani yazdıkları mektuplar kadar sıcak değildi
Dert pişirirdi kafasında
Dertleri çağırırdı kendine
Kendine yazardı o boş yazılarını, şiirlerini
Kendine çalışırdı, hayırsızdı .


GÖÇ













Ölümü bildiğim halde
Akılıma gelmezdi öleceği
Ölümle meşgul olduğum halde
Bilememişti işte
Hala bilmiş değilim
Anlayamadım

YALNIZLIK

Yalnızlık, merak etme
Gün olur sana da gelirler
Kalmazsın tek başına öyle

YENİ BİR BAKIŞLA TARİH BİLİNCİMİZ

NASIL BİR ANLAYIŞ
Pror. Dr. Saadettin Gömeç’in Türk tarihi kitabının önsözünden bir bölümünü olduğu gibi aktarıyorum. “Dünya tarihinde bir kavim daha yoktur ki, kendi kendine bu kadar çok zarar versin. Neredeyse 19. Asrın sonuna kadar hem Asya’nın batısında hem de ortalarında birbirleriyle girdikleri savaşlarda, belki de milyonlarca soydaşının kanını akıtan Türkler, bütün sorunları bir kenara bırakıp, birlikte hareket edebilseydi, herhalde bu gün dünyayı Türkler yönetiyor olurdu. Bu anlamsız harplerin sebebi nedir? Para, mal, mülk, toprak mı? Bize göre hiç biri. Birbirlerine karşı duydukları husumetin tek nedeni var, o da; kıskançlık ve yanı başındakilere üstünlük sağlamaktan başka bir şey değildir. Kendilerine daha doğru dürüst tarih bile yapamamış veya yazamamış milletler bu gün dünyanın liderliğine soyunuyorlar ama 200 milyonluk Türk dünyasının kılı kıpırdamıyor. Sanki üzerlerine ölü toprak serpilmiş. ”Tarih, bizler nasihat değeri taşıyan bir araçtır.  Bu sebeple bizler bu nasihatlerden kendimize pay çıkarmamız gerekmektedir. Gerçekte bizler tarih denen manevi mirastan çok uzaklaştığımız ortadadır. Bunun apaçık kanıtı ise size sunduğum önsöz. Bizler asırlar öncesinden birlikle içinde dünyayı yönetirken nasıl oluyor da kardeşimizle kavgalı oluyoruz? Hocamızın dediği gibi tarihleri bile olmayan milletler dünyayı yönetme gücünü nerden buluyor? Tabiri caizse kaplan bile avını avlarken arkasına yaslanarak ileri atılıyor. Tarihi olmayan toplumların dayandıkları yer neresi peki? Dünyanın çoğu ülkesinde olmayan bir nüfus var ortada. Eğer biz bu kadar imkânlara sahip olmamıza rağmen ayrılı baştan hak etmişiz demektir.
TARİH BİLİNCİ
Dünü bilmeyen bu günü anlayamaz; Bu günü anlamayan yarını göremez, yarını inşa edemez; hatta dünden gelen hamlelerin nedenlerini bile düşünemez. Diyor Abdülbaki Gölpınarlı. Tarih bu anlamda milletleri hayata bağlayan damar gibidir. Onu kesen ya da kestiren fazla yaşayamayacağı aşikârdır.  Milletlerin kuvvet kaynaklarından olan tarih, onları canlı ve diri tutan manevi bir güçtür. Şunu önemli olarak görüyoruz: bizler geleceğe talip olduğumuz kadar geçmişimize de talibiz. Bugünkü devletlerden İran nasıl geçmişinde ki Safavi devletine, Çin, Tang Hanedanlığına özlem duyuyorsa bu gün bizde Osmanlıya, Selçukluya özlem duyuyoruz. Bizler, geleceğimize,  geçmişimizdeki ilmimizle, kültürümüzle, medeniyetimizle talibiz.  Bu yüzden o ihtişamlı dönemlere dönmek tarih bilincimizden geçmektedir. Bu yüzden ülkemizin uluslararası konumunu göze alarak dostumuzun ve düşmanımızın kim olduğunu bilip ona göre plan yapmak, tarihin görünmeyen arka yüzünü araştırıp, bir dünya bakışı geliştirmek bizim üzerimize vazgeçilmez vazifedir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Tarih bilinci bir zihniyet meselesidir. Bizi zor günlerimizde uyandırıp diri tutan manevi güçlerimiz: gazilerimiz ve şehitlerimiz. Zihnimizde silinmeyecek bir yer edinebilmek için her yaptığımız işte gazi ve şehitlerimizi hatırlayarak, görevimizi en iyi şekilde yapmaktır. Aynı zamanda bu yaptıklarımız onlara karşı bir vefa borcudur. Aynı zamanda bu bilinci oluşturmak tarihten ders almakla da olur. Bunun üzerine M. Akif Ersoy şöyle diyor: ‘Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? Demesi ise bunun üzerine söylenecek en isabetli söz olacaktır.Tarih bilinci, tarih bilgisi olmadan ulaşılamayacağı aşikârdır. İnsan, tarihi sırf bilgi yükü olarak da bakmamalıdır. Elbette bizler okullarımızda ve kendi imkânımızla tarih bilgilerimizi öğreniyoruz. Peki, bu bilgilerin doğruluğunu denetleyen kim? Çanakkale de savaşan seyit onbaşının heykelini yaparken kaldırdığı top mermisini birinde sırtına verirken diğerinde kucağına veriyoruz. Aynı zamanda onlarca arşivlenip gün yüzüne çıkmayan belgeler var. Bu belgelerin gün yüzüne çıkmasıyla doğru bildiğimiz yanlışlarla uğraştığımız da ortaya çıkacaktır.  Bu bilgilerle nasıl bir tarih bilincine ulaşılır varın onu da siz düşünün. Farlı konulardan örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür. Sizce İsrail’ in bunca yıl dağınık yaşamalarına rağmen ilk günkü gibi kültürlerini yaşamalarının sebebi ne olabilir? Damarlarına kadar işlenmiş millet olma bilinci ve doğru bir tarihçilik.Bizi biz yapacak olan Malazgirt de Alpaslan'ın askerine seslenişi, Salahattin Eyyubi’de Kudüs sevgisi, Sultan Mehmet’tin gönlünde ki fetih arzusu, Çanakkale’de komutansız savaşan askerin inancı ve yine Çanakkale de şehit olamadım diye hayıflanan askerin şehadet inancıdır. Ve yine bizi biz yapacak olan şairlerimizin kaleminden ve dilinden çıkan sözdür hiç düşmeyen. Kurtuluş yıllarında öğrencileri okullarından, kadınları evlerinden çıkaran güç vatan sevgisi değil midir? Evlatsız yaşarız da vatansız yaşayamayız düşüncesi değil midir?
**
Üzerinde duracağımız diğer bir önemli husus tarihîmizi sunarken bazen küfürden öteye geçmiyor olmamızdır. Bizlerde çoğu zaman politikacılarımızın dilinde referans, sinema sektöründe senaryodan başka bir şey değil. Yapılamasını istemediğimizden değil, bazı insanların tarih denen manevi gücümüzden çıkar elde edip gününü kurtaranlaradır.Tarih bilinci oluştururken bize bu duyguyu vermede ki yöntemler tartışılabilir. Yani bilgileri alınıp bilgi bombardımanına tutmamızdır. Tabi ki sadece bu konuda eleştiri getirmemiz doğru olmaz. Başka yöntemlerinde bilgi sunumunda usulsüzlükten bahsedilebilir. Karşımızdakine tarihteki bir olayı az ve öz anlatarak vermemiz gerekmektedir. Olayları içinde yaşatıp dinleyene keyif vermesi, milli duyguların canlanması gerekir.
****
Önemli olarak gördüğümüz güncel bir mesele daha var: Müzeler. Acaba tarihi bir müzeye ne zaman gittiniz? Gittiğinizi düşünerek görmek için mi yoksa bakmak için mi gittiğiniz ya da birileri sorduğunda ‘gittim’ diyebilmek için mi gittiğinizdir. Sanırım bu sorularla anlatmak istediğimi anlattığımı düşünüyorum. Günümüzde karşılaştığımız sorunlardan biri de kendi şehrimin tarihine bile varamamış olmamızdır. Bu ise diğer meselelere göre çok büyük bir eksikliktir.Tarih bilince sahip olmak sadece kendi kaynaklarımızla olmaz. Biz tarihimizde onlarca milletle mücadelemiz olmuş. Bu mücadele sonucu elbette bizden bahsedeceklerdir. İşte bu sebeple başkalarının kaynaklarıyla kendimizi daha iyi tanıma imkânına sahip olur ve aynı zamanda kendi içimizden gelen eleştirilere cevap verebiliriz. Kendi içimizden tarihimize yöneltilen bu eleştiriler olayların gerçek dışı anlatıldığına yöneliktir. Çanakkale savaşından sonra kendi ülkesinde yargılanan bir İngiliz komutan: ‘biz Türklere karşı değil, Tanrıya karşı savaştık ve kaybettik.’ Demesi sizce ne kadar gerçek dışı olabilir? Bu söz cephede verdiğimiz mücadelenin büyüklüğünü göstermez mi? Tarihte önemli olan bir diğer konu ise sağlam bir tarih yazıcılığıdır. Bir milletin tarihini herkes yazabilir. Ama o milletin güvenilir tarihini ise kendinden birisi yazabilir. Yazması gerekir çünkü kendi doğrularını dünyaya ilan edebilsin. Tarih bilincinden bahsederken dil, din, kültürden bahsetmeden geçilemez. Bu unsurlar zaman zaman iç içe geçmiş böylece bir millet için vazgeçilmez değer ögelerinden biri olmuştur. Bu değerleri okumak aynı zamanda tarihimizi okumak, kendimizi tanımaktır. Ya biz kendimizi ne kadar tanıyoruz? Avrupa, Amerika tanıyor mu? Ne kadar ve nasıl tanıyor? Biz kendimizi tanıdığımız kadar başkasının da bizi tanıması önemlidir. Bu gün batılıların bize o kadar çok hakaret ve iftiraları var ki; bunlardan biriside Amerikan okullarında “yaklaşık 1000 yıl kadar Arap esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdi.” Şeklinde vermeleridir. Batılılar iftira atmanın kendileri için bir hastalık olduğunun farkında değiller. Kendi temellerini kazıp baksalar kan ve gövdeler üzerine kurulu olduklarını görürler. Şimdi ise bu kan ve gövdeleri gelişmiş laboratuvarlarda inceliyorlar.Tarih bilincine ulaşmak, tarihi, aklın süzgecinden geçirip sıkmak, sıkılanı da son damlasına kadar kullanmakla olacağını da unutmayalım. Çünkü bizim inandığımız din bile kendisini sorgulamayı emrediyor.                                                                                                                                                                                                                
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        



MÜSLÜMAN DUASI

Şüphesiz insanlar için en büyük sığınak kapılarından biride duadır. Bir anlamda dua, psikolojik sığınak olarak görünür ve bu sayede insan büyük bir yaratıcıya yönelmesine yol açar. Allah Furkan suresi 77. ayetinde ‘de ki: eğer duanız olmasa rabbinin katında ne emniyetiniz olurdu.’ Demiştir. Acaba Allah rızkımızı oturduğumuz yerde ayağımıza göndereceğini mi vaat ediyor? Yoksa çakışıp gayret edip sonra duaya mı bırakmamızı istiyor? İşte bu, Müslüman dünyasının içinde bocaladığı bir durum. Son yüzyılda Müslüman dünyası öyle bir duruma geldi ki hep işi duaya kalır olmuş. Şöyle ki Müslüman herhangi bir meselenin önlemini almadan çabasını göstermeden duaya sarılır olmuş. Bu da bir işi yapma konusunda umudun yitirilmesinin göstergesidir. Oysa kur ’anda çalışanların işlerini boşa çıkarmayacağını1, mükâfatının ileride vereceğini2 bildirir. Öyleyse sormak gerekir: hiç dert etmeden duaya sarılmak niye? Acaba İslam kültür ve medeniyetinin gerileme sebeplerinden biride bu olamaz mı? Bu geri kalmış kültür ve medeniyetin bir tarafından omuz atıp diriltmeye ne zaman başlayacağız?


 _______________________
1al-i İmran, 195
2necm,39-40

KADİM DOSTLUK

Arkadaş, gözünün görebildiğidir, herkestir. Dost ise tektir, onlarca kişinin içinden seçebildiğindir. O yüzden herkese dost ya da arkadaş diyemeyiz. Bizim burada anlatmak istediğimiz kadim dostluk. Kadim dostluk sadece zamana dayalı bir dostluk anlayışı değildir ve bu ölçü olarak alınmamalıdır. Kısa zaman içinde birbirinize yapmış olduğunuz büyük fedakârlıklar kadim dostluğu belirler. Artık karşımıza büyüklüğü hiç önemli olmayan hangi mesele çıkarsa çıksın hiç mühim değildir. Çünkü zor zamanda yapılan büyük fedakârlıklar o meseleyi kendi içinde hazmedecektir. Hristiyanlığa sevgi dini derler. Onlar sadece mücerret olarak insanı severler. Bizim inancımızda insanı sevmekle beraber onu hayatta mutlu etmek vardır. Yani sahip olduğumuz inancımız da Hristiyan sevgisini kapsayacak kadar büyüktür.          26.11.13                                                                           
                                                                                                                                            

                                                                                                                                                             

30 Aralık 2013 Pazartesi

İslam'da İnsan Onuru

Yüce Allah, insanı yaratarak onu yeryüzünün halifesi ilan etmiştir. Allah’ın insanı yeryüzüne kendisinin temsilcisi olarak göndermesi, onun yüce yaratıcı nezdinde ne kadar değerli olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca ilahi kudretin insanlara elçiler ve kitaplar göndermesi ise ona verilen kıymetin ayrı bir nişanesidir. Tarih boyunca insanlar kendilerine verilen değeri ve önemi anlamamış, sürekli itaatsizlik ederek birbirlerine düşmüşlerdir. Nihayetinde son peygamberle birlikte kuranın gelişiyle insanların paslanan zihinlerini açmış, kanayan yaralarına merhem olmaya başlamıştır. İnsan, Hz. Muhammedin (sav) sıcak sohbeti ve kuranın eşsiz hitabetiyle hayatta layık olduğu yere sahip olmaya başlamıştır. İslam, insanı insan olma bilincine kavuştururken iman sorununu çözerek herkesi tek bir yaratıcı etrafında toplamayı bilmiştir. Tevhit dini ilk geldiğinde bulunduğu dönemin temel sorunlarını çözerek insanları ibadet ve inanç etrafında birleştirerek tek bir kıbleye yöneltmiştir. Yalnız inanç ve ibadette değil ırk, mezhep, soy ayrımına karşı çıkarak bir bütün oluşturmaya çalışmıştır. Dünya devletlerine örnek olacak bir husus ise Cumhurbaşkanı ile yeni doğan çocuğun hakkını, onurunu, şahsiyetini bir tutmasıdır. Bu konuda Hz peygamberin:’ ey insanlar rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenin siyah üzerine, siyahında kırmızı tenli üzerine üstünlüğü yoktur’.hadisi ise bizim için uygulanması gereken en güzel örnektir. İnsanın dini ve ırkı ne olursa olsun İslam dini için canı, malı ve onuru değerlidir. Tarih kitaplarını açıp baktığımızda İslam’ın ilk yayıldığı dönemlerde dünyanın kendi aralarındaki kanlı mücadeleleri görebiliriz. Hira ufuklarından doğarak yüce yaratıcının kendilerine verdiği ilahi vahiyle büyük bir medeniyet kurarak, savaş meydanlarında bile insan onuru için verdiği mücadeleler göz ardı edilemez. Aynı zamanda İslam dini belli kuralları sağladıktan sonra mücadeleye girmesi ise insanın ne kadar mükerrem bir varlık olduğunun göstergesidir.
             Bu ilahi medeniyetin ilk emri olan okumanın tüm insanlara gerekli olduğunu belirterek, insan için bilimin önemini vurgulamıştır. Aynı zamanda ilim, insana verilecek olan yüce bir vasıftır. Ve bu vasıf sayesinde insan kendinin değerini bilir ve onurunu korumaya çalışır.
            İslam toplumu için namus, hayâ, iffet gibi kavramlar önemlidir. İnsan bu vasıflarının eksik olduğunu duyunca aşağılanmış konumuna düşüyor. Peki, sormak gerekir İslamdan başka hangi din insanın bu kadar önemli olan vasıfları üzerinde durur?  İslam insanın onuruna, şahsiyetine büyük önem vererek onu hak ettiği yere koymaya çalışır. Bu mevzuda ise yüce yaratıcı Âdemin evlatlarını şerefli kıldığını, yarattığı varlıkların en üstünü yaptığını bildirir. İslam’ın insana verdiği önemli değerlerden biriside yerde ve görke ne varsa hepsini onun emrine vermesidir. Kuran-ı kerimde bu ifade şöyle geçer:’ O yerde ve gökte ne varsa hepsini, kendi katından size amade kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır’. Buyurmuştur. İnsan, fıtratı gereği kolay olanı seçer. Tevhit dini,  ibadetlerde ve sosyal hayatta insanı zorla sınayarak onurunu kırmamış bilakis ona kolayı gösterip alternatifler üretmiştir. Bu kolaylıklar sayesinde son zamanlarda dünya insanının dikkatini çekmesi ise bunun en bariz örneğidir. İnsanın el açıp dilenerek istemesi belki de onuruna ve gururuna zarar verebilir. Ama İslam, bünyesinde barındırdığı zekât, sadaka gibi hayır kurumlarıyla coğrafyasında bulunduğu tüm insanlara ulaşmayı hedeflemiş, onu, bulunduğu zor durumdan kurtarmıştır. Aynı zamanda insanlar arasındaki hukuku düzenleyerek toplumsal birlik ve beraberliği sağlamaya çalışmıştır. Bu kutsal din bize, aile içinde birbirimize karşı ne şekilde davranacağımızı hatta diğer insanlarla nasıl muhatap olacağımızı baştan belirleyerek medeni bir şekilde yaşamamızı istemiştir. İslam, insan onurunu korumakla birlikte bu görevi bizlere de yüklemiştir. Bizler aynı zamanda din kardeşlerimizin itibarını korumakla mükellefiz. Anne ve babamızdan başlayıp yakın akrabalarımızın, komşularımızın bu onur davasında birbirimize karşı görevli olduğumuzun bilincine varmalıyız. Bunların dayanaklarından bir tanesi ise sevgili peygamberin İslam toplumunu bir bedene benzetmesidir. Biliyoruz ki, insanın bir uzvu zarar görürse diğerlerini de etkileyecek. Bu yüzden birbirimizle hayır konusunda yarışıp, hatalarımızı düzeltmemiz bu ilahi din sayesinde bize emredilmiştir. Bu ise yüce din olan İslam’ın insanın onuruna, değerine ve üstünlüğüne verdiği önemin bir göstergesidir. İslam’ın insana verdiği değerlerden bir tanesi de kölelik konusudur. İslam köleliği getirmemiş bilakis onu fırsat buldukça kaldırmaya çalışmıştır. Günümüzde bu müessesenin olmaması ilahi dinin insan için harcadığı çabayı gösterir. Bu çabalar sayesinde İslam diğer toplumlara örnek teşkil etmektedir.
             Bu yüce dinin insana verdiği kıymeti birkaç sayfayla ifade etmek yetersizdir. Temel amacı insanı yaşatmak olan bu din 23 yılda inmiş ve ardından onlarca yıl tecrübeler geçirerek insanı olması gereken yere koymaya çalışmıştır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli vasfı şeref ve haysiyet sahibi olmasıdır. Şeref ve haysiyet ise Allah'a aittir. İnsan, onuruyla kaldığı müddetçe insandır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       


Nasıl Bir İslam Dindarlığı

Dindarlığın kelime anlamı dine sahip olma, onu benimseme anlamlarına gelir. Maalesef günümüzde dindarlık denildiğinde üç-beş kelimeyle ifade edilen bir terim olmuştur. Oysa dindarlık denildiğinde geniş bir muhteva içermektedir. Özellikle de İslam dindarlığı daha geniş bir içeriğe sahiptir. Bizim kilitlenip tıkandığımız nokta ise burası. Yani, İslam dindarlığının içine neleri aldığımız. İslam’da dindarlık, malı olunca zekât vermek ve hacca gitmek, sıhhatin yerinde olunca oruç tutmak ve beş vakit namaz kılmaktan ibaret değildir. Bu saydıklarımız İslam’ın temelini oluşturan birkaç konusundan ibarettir. Bu konular İslam dininin temelini oluşturduğundan bizim için önem arz eder. Temeli oluşturup üzerine tuğla koyamıyorsak o temel bir anlam ifade etmez. Demek ki İslam’ın önem verdiği başka konularda var. Peki,  nedir bu İslam dindarlığını oluşturan tuğlalar. Naslara(Kur’an ve sünnet) bakıp, analiz yaparsak İslam’ın ilişkide olmadığı konuları söylemek güçtür. Bilimden sanatı, doğadan insanı kuşatan geniş bir yelpazesi vardır İslam’ın. Bu yelpazeye sahip olmak aynı zamanda İslam dindarlığına sahip olmak demektir. Konuyu biraz daha açmak gerekirse; Kur’an ve sünnette ilme, bilime, sanata, vatan ve millet sevgisine özellikle insana verilen değer konusunda defalarca üzerinde durulmuştur. İslam’ın bu konular üzerinde durması dinin temeli olan esasları kadar önemlidir. Bir Müslümanın temel ibadetlerinin yanı sıra yaptığı ilim ve fikirle İslam düşüncesine katkıda bulunması, hiç görmediği insanların mutluluğu için çalışması bir dindarlık göstergesidir. Böyle bir dindarlık anlayışıyla da İslam dünyasının içinde bulunduğu bataklıktan kurtulur ve bir dine sahip çıkılıp benimsenmesi sağlanır.                                                                                                                      
16.12.13

Uykular

Ben uyurum,  sen uyursun
Şehirler uyur
Tren garlarında vagonlar
Vagonlara sıkışan kelimeler uyur mu?

Geceyi sessizlik mahkûm eder
Uyku dolu evler bizleri hapseder
Çatılarda kavrulan umutlar geleceği sallar
Kadınlar erkekleri sallar

Uykunun namlusuna ruhlar sıkışmış
Ruhları ifritler uyutmuş
Uykulara kim çığlık attırmış
İftiralarım uyku gecelerimde gelmiş 

Silahın namlusunda ölümün tohumları uyur
Uykular uykuları uyutur
Kelimeler mısralarla uyur
Ömrü hayata törpüleyen uyur mu?

26.10.13



Darbeler Coğrafyası

Darbe, kimine göre ihtilal kimine göre bir devrimdir. Aslında darbe halkın iradesine vurulan bir tokmaktır. Hem de silahların kebzesiyle vurulan bir tokmak. Yani, fikirlere ve görüşlere set çekmektir.   
Darbe, son asırda demokrasiyle giren bir kavramdır. Ancak bu darbe kavramı bizim (İslam ülkeleri)lügatimize girmiştir. Acaba darbe kavramını ya da darbe olaylarını batı görmek mümkün mü? Bu soruyu örnekle açıklasak daha uygun olacağını düşünüyorum. Örneğin Temmuz 2013’te Mısırda yapılan darbeye batılı ülkeler ‘darbe’ olarak nitelendirmedi. Batılı ülkelerin bu olaylarını darbe olarak nitelendirmemesi ya kendi çıkarlarına ters düştüğünden ya da ‘darbe’ gibi bir kavramı kendi dillerine yabancı olduğundan kullanmak istememeleridir. Sonuç ne olursa olsun batılı ülkeler böyle bir kavrama her zaman yabancıdır. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Avrupa da son asırda darbe de olmamıştır. Asıl batılıların darbeyi tanımamaların nedeni budur. Örneğin İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da darbeden söz edilebilir miyiz? Hal böyle olunca batı hem bizden aldığı birikim hem de kendi tecrübesiyle bir düzen kurmuş ve kurduğu bu yoldan devam etmektedir. Ama batıya onca birikimin veren İslam dünyası batının bu değerlerinden faydalanamamaktadır. İslam dünyası batıyı düşman görüp ve bu düşman coğrafyada insanlığa faydalı olan bir birikimi kendi bölgesine getirmek istemiyorsa bu İslam dünyasının kendi cahilliği olur. Şayet İslam, 9.yy’ın sonlarında ve 10.yy’ın başlarında gayri Müslimlerin uğraştı bilimleri almış ve özgün bir medeniyet kurmuştur.  Şu ayrıntıya da dikkat etmeliyiz: her ülkenin ya da coğrafyanın kendine has bir demokrasi anlayışı vardır. Burada önemli olan kendi toplumumuza ait demokrasi anlayışını ülkenize kurmamız ve batı gibi o istikamette yol almamızdır. Yaptıklarımız böyle olmayınca İslam dünyası tam bir darbeler coğrafyasını andırır hale gelmiştir. Batılı devletlerden örnek verdiğimiz gibi İslam ülkelerinden de örnek verelim. Örneğin Irak’ta 1968, Libya’da 1969, Umman’da 1970,Sudan’da 1989, Katar’da 1995 yıllarında darbelerle çalkalandı. Ve gerisini sayamadığımız ülkeler de var. En önemlisi de birden fazla darbeye şahit olan ülkemiz.
Halkın görüşlerine ve istişareye önem vermiş bir din olan İslam, nasıl olurda bu dinin mensupları demokrasiyi kendi topraklarında yaşatamaz? Eğer demokrasi topraklarımızda yaşamıyorsa, bu Müslümanların yani bizim büyük bir ayıbımızdır.

22.12.13