Pages

1 Aralık 2014 Pazartesi

SAHİPSİZ MEDENİYET

Medeniyet üzerine konuşulacak çok şey var. Yani medeniyet üzerinde çok yazılar yazıldı, çizildi. Benim bu yazdığım yazı da bunlardan biri olacak. Amacımız ne? Tatbikî bu yazılanlar arasında ele aldığımız konuya farklı bakış açıları getirerek sunmak. Dedim ya ortada sahip çıkamadığımız bir medeniyetimiz var ve bizden olmayan bazı insanlar bu medeniyetimizi sahiplenmek için kendilerine yamıyorlar. Ve bizim insanlarımız da bu olanlara çanak tutuyor. Batı bir ölçüt getirdi: gelişmişliğin ölçütü ekonomi. Niçin medeniyet değil? Çünkü Batı her şeyiyle Hıristiyan ve Hıristiyanlık bir medeniyet kuramadı. Eğer ölçüt medeniyet olsaydı bize karşı kendilerini nasıl savunurdu? Artık Batı ekonominin yanında medeniyeti de sahiplenmek istiyor. Kendi insanı ve kendi insanımızla medeniyetimiz başka yerlere taşınmakta.  İslam’da ise “iki günü birbirine eşit olan zardadır” diyen bir anlayış var. Bu ifade İslam’a dinamizm vermesine ve medeniyet kurdurmasına yetecek bir söz. Bu anlayışla bırakın insanı, gökte uçan kuşu yaşatan bir anlayış geliştirdik. Biz uygarlığı değil Umranı hedef etmiş bir medeniyete sahibiz. İşte bu Umranı ‘bizim değil’ diyemeyiz. Yoksa elimizdekilerini başkaları alıp götürecek. Bu sahipsizlik daha çok bu medeniyeti kuran insanlar üzerinden yapılmakta. Mesela Kanuni Sultan Süleyman’ın Alevileri öldürdüğü söylenir. Daha sonra da büyük bir karalama kampanyası çıkartılır. Velev ki öldürmüş olsun bizim insanımız değil mi? Bu insanın hiç mi doğrusu olmadı? Bizim Peygamberimiz dahi hatalar yapmışken diğer insanların hata yapması düşünülemez. Aynı zamandan da medeniyete sahip çıkmak insana sahip çıkmakla olur.  Bu dine ve insanlığa hizmet etmiş insanları, bu insanların getirmiş olduğu sistemleri başkasına yamamayı bırakalım artık. Eğer doğrusuyla yanlışıyla kabullenmezsek başkası sahiplenecek. 

8 Eylül 2014 Pazartesi

DÜŞLERİM


Bozulsaydı şu aynalardaki lanetim
Kayya kuyusunda sallanmazdı düşlerim

Ne uzunmuş şu gidilen yollar
Kara trenler içinde yıpranmış düşlerim

Törpülü gurbetmiş beni bağlayan
İçimde değil saçlarımda saklıymış düşlerim

Kasvetli günler içindeymiş hayatlar
Kaderimin nöbetini tutarmış düşlerim




26 Ağustos 2014 Salı

CİHAT ALGISI


Cihat algısı hem İslam için hem de modern dünya için büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu kavramı ılımlı hale getirmek bizlere düşen görevdir ve İslama bir hizmettir. Bu algı isalamafobyanın oluşmasına da zemin hazırlamıştır.Biz burada cihat kavramının ne olup ne olmadığı üzerinde duracağız.Cihat denilince Müslümanların ve diğer dine mensuplarının anlayacağı İslam adına silahla, kılıçla mücadele akla gelmektedir. Bu da İslam’ın imajını zedelemektedir ve bu tanım düzeltici, uzlaştırıcı bir dinini özüne ters düşmektedir. Bu imajın oluşmasında dini argümanların etkisi kaçınılmaz. Kuran-ı kerimde on bir yerde cihattan bahsetmektedir.O zaman bu kavramın kuran-ı kerimde ne amaçla kullanıldığı bilmemiz gerekmektedir.
Bu konunun büyük sorun teşkil etmesi cihat kavramının tam olarak anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. İlk önce bu kavramın temel anlamına inmemiz lazım. Cihat;  Arapça bir kelime olup, c-h-d kökünden türemiştir. En basit anlamıyla ise gayret etmek demektir. İçtihat ve mücahit kelimeleri de bu kökten türemiştir. Dolayısıyla cihat da herhangi bir şeye gayret etmek demektir. Bu herhangi bir şeye gayret etmeyi kendimiz mukayyet(sınırlandırma) altına alabiliriz. Örneğin hayatta kalmak için mücadele vermek bir cihattır. Ailenin geçimini sağlamak için çalışmak bir cihat bir mücadeledir.
 Kuran-ı kerimde cihattan bahsedilirken ilk önce mal sonra can zikredilir. Eğer bir mücadelede sonunda malla mutluluk ya da menfaat sağlanıyorsa canı ortaya koymak bir intihardır ve intihar ise İslam’ın yasakladığı fiillerdendir. Dolayısıyla kaide burada bellidir. Malla mutluluk sağlanıyorsa malla cihat edilmeli eğer bundan bir fayda sağlanmıyorsa en son çare olarak canı ortaya koyulmalıdır. Canı ortaya konulması savaş meydanlarında bile ikinci plandadır. İslam devleti bir yere girerken ya da saldırıya maruz kalırken barışçıl yolları dener. Bu yol tüketilirse canın, malın, ırzın, dinin, aklın koruması için canla mücadele edilir. O zaman sormak gerekir; dinimizde cihat denilince sadece savaş anlaşılması barış anlamına gelen İslam’la çelişmez mi?



4 Ağustos 2014 Pazartesi

VATAN BORCU

Herkesin diline sakız olmuş bir söz: “askerlik vatan borcudur. Yapmak gerekir.”  Allah Allah! Sormak gerekir vatana borç ödemek bu kadar kolay mı? Askerlikle vatan borcunu özdeşleştirdik diyelim. Ya sonra ne olacak? Yaşadığımız yer için bir hizmet üretmeyecek miyiz? Ha birde askerlik erkeğin yaptığı bir şey. Askerlik erkeğe borçta kadına değil mi? Kadının bu ülkede hiç yeri yok mu? ? Kadının Kurtuluş savaşında sırtındaki elbiseyi çocuğuna değil de top mermisine sardığını ilkokul kitaplarından biliyoruz. Erkeğin borç ödeyip de kadının borç ödememesini düşünmek çelişkili olmaz mı? Öyleyse nedir vatan borcu ödemek? Bir ilim insanının yaptığı çalışmayla ülkesinin ismini duyurması vatan borcu ödemektir. Bir öğretmenin fedakârlıklar içinde öğrencisini yetiştirmesi vatan borcu ödemektir. Bir anne babanın hayırlı evlat yetiştirmesi belki de en güzel borç ödeme şeklidir. Yoksa askerliği vatan borcuyla özdeşleştirmek işin en kolay tarafına kaçmaktır. 

15 Mayıs 2014 Perşembe

BİR İHTİLALİN GÖLGESİNDEKİ HAYAT















Bir ahı yüklendiğinde bohçasına rahip
Bir aşka ağlıyordu dilim
İçinde yaşadığım masaldan hayatı yatırdım yastığıma
Saltanatımı taşımak zordu bu bedende
Yeni bir fetih arzuluyordu kalbim
Ebabiller mi bekliyordu helâkını sırtlanan
Yahut tohumlarını mı ekiyordu avucunda bu yeni depreme

Sabah baskını yediğimde ben
Berduş bir nakusun sesiyle uyandım hayattan
Başkaldırışım hüküm giymiş bir hayata
Ne zaman var olacak kalbin saltanatı
Yoksa günah mı sardı âfâkı

HER ŞEY BİR DÜĞÜM İÇİNDE
.
Hastalıklı bir kalbim vardı
Dinamitler bitiriyordum
Islanmış barutların üzerinde bir saltanat kuruyordum
Yüce bir divandı kalbim
Aslında bir darbeyi rüyamda yargılıyordum
Bir şehre fazla mesai yaptıran kendi saltanatım
Yahut vakitsiz gelen baskın mı
Ya bir şairi hasta eden yolların gurbeti mi
Yoksa derince kazılı mezarı
Belki de bir kaktüstü dikeniydi utandıran
Bir çölü susuz bırakan kimsesiz oluşu
İşte buydu bana ağıt yaktıran.

Kimse bilmez beni
Tam mevsiminde açar kalbim
Gecikirse kalbimin mevsimi açmaz güzele
Geciken mevsim çiçek vermez göğüs kafesimde
“En kurak çölüm” der durur içimde

***

Şu giden içinde bir ihtilali barındırır
Yürüyüşü darbeci bir albayı andırır
Öldürmez silahı hiçbir insanı
Yalnız ruhundan ölüler ordusunu kaldırır
Yoktur gücümüz darbeye darbe yapacak
Ve bir avuç meçhule sevdalı insanların
Göğsündeki kuşu kim avutacak

Öyledir hep ihtilalcilerin dünyası bize
Öyleyse birileri hayallerimizi götürmüş olmalı
Yahut bir çuvala koyup uçurumdan attılarsa düşlerimizi
Bu yüzden midir bir kalbin ellerini tutamamamız
Eğer kalbe vurulacaksa prangalar niçin bedenlerimiz müsle edilir


Bırakmaz yakamızı musibetler
En ağır işkence amberi ateşle bir tutulması olur
İşte yürüyor bir yârin paletleri kalbimizde
Zordur bağışlamak namludan çıkan kurşunu
Öpebilseydi o kör vuruşu
Belki de meçhulde aydınlığı görürdük
Ve derince oyulmuş yaraların içinde

DÜĞÜMÜN BİR PANZEHİR SUNULMALI

Sokak satıcısına benzer halim
İçimi satarım gelene gidene
Masum bir hayatı yargılar durur bir yar
Bağışlamaz kavalımdan çıkan sesi
Terazisinden kayar adaleti

Bir göç kuşuna sarılıp gittiğimde
Çıkıp gitsin şu hayatlardan bedbahtlar.
İblis huşu içinde namaz durduğunda
Açılsın cennetin kapılar ardına kadar
Nurlar içinde geldiğinde azrail
Kör kurşun içinde beklesin beyaz bir ölüm.
Benim en güzel duam budur derim.

***

Baskında kaçıp gelmiş yolcuyum
Ayaklarım tutuştu yorgunluktan
Vardığımda kuşlarım helak olmuştu
Miras kalan bir baston taşıyorum ellerimde
Bir tarafta bir yârin düşlerimi öpüşü bitmişti
Ve sizden yalnız şunu istiyorum
Kalbinizi bir günlüğüne bana kiraya verin
Benimkine zehirli bir kelimeyi tıktılar boğazına
Vadesini doldurdu ne de olsa delice bir sevginin
Öksüz bırakamam kendimi
Sizden yalnız kalbinizi istiyorum




14 Şubat 2014 Cuma

UMRANDAN UYGARLIĞA- CEMİL MERİÇ

Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyan’dır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfeder; ahde vefa, civanmertlik, merhamet Aşağıdan alır, hulûs çakar, yaltaklanır ve nihayet alt eder devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zafer.
Zavallı Türk aydını Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarım benimser. Dev, papağanlaşır.

BU ÜLKE- CEMİL MERİÇ

Vatanlarını yaşanmaz bulanlar vatanlarını yaşanmaz'laştıranlardır.
Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.

13 Şubat 2014 Perşembe

JURNAL2 - CEMİL MERİÇ

Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun... Acılarımla hırçınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukca? Onları senden mi gizleyeceğim? Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim.

GÜNÜMÜZ TEFSİR PROBLEMLERİ- M.SAİT ŞİMŞEK

Problemler her zaman ve her konuda muhakktır.

Kur'anın muhtevasından çok onun şekli ön plana çıkmıştır. artık Kur'anın yazıldığı ya da basıldığı kâğıdın kalite ve rengi, kapağı, yazıldığı hat, hattaki renklendirmelerle daha bir önem kazanmıştır. Artık Kur'anı öğrenmek ve okumak, harflerin mahreçleri, hangi durumlarda hangi harflerin kaç elif uzatılarak okunacağı, idğam, işmam, kalkale, ra'nın hükmü vs. gibi hususlar anlamına alınmaya başlanmıştır. Kur'an öğretiçilerin işi artık bunlar olmuştur.

11 Şubat 2014 Salı

TARİKATLAR

Tarikat, Arapçada ‘yol’ manasına gelir. Tarikatlar da belli bir yol üzerine giderler. Bilinen bir gerçek var ki; tarikatların sadece pasif bir İslam inancı içinde olduğu yönündeki bilgidir. Oysa tarikatlar tarihte olduğu kadar bu günde aktif faaliyet yürütmektedirler. Tarikatlar tarihte, yolcularla ilgilenmek, İslam’ı en iyi biçimde anlatmak, askeri faaliyetlerde devlete yardımcı olmak gibi topluma yararlı olacak işler üslenmişlerdir. Bu gün ise ilmin ve bilimin önüne engel oluyor iddiasıyla pek sıcak bakılmamaktadır. Tarikatlar bu gün, geçmişte yapmış olduğu faaliyetlerden ödün vermiş olabilir. Ama toplumu bir arada tutmasına vesile olmuştur. Bu gün hâlâ aç insanları doyurmakta, derdi olan insanların derdine çare aramaktadırlar. Özellikle tüm dünyada sorun olan küresel terörizme karşı bulundukları yerde insanları bir arada tutmuşlardır. Bir arada olmak rabıta ile olur. Rabıta demek birine veya bir şeye bağlanmaktır. Rabıta tarikat geleneğinin vazgeçilmez unsurudur. İnsanlar bir şeyhe bağlanır ve ona itaat ederler. Tarikatta ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ anlayışı yatar. Tarikat şeyhinin şeyhi şeytan olması da düşünülemez. Çünkü tarikat şeyhliğine çıkmak uzun bir süreç ve iyi bir İslam ahlakı gerektir. Böylece şeyhe intisap edenler iyi bir İslam ahlakına sahip olur. Aynı zamanda bulunduğu topluma yararlı olmaya çalışır. Bu bilgiler doğrultusunda Adıyaman- Menzil köyündeki Nakşibendi tarikatını ele alalım. Tarikatın silsilesi Hz. Ebubekir’e dayandığı söylenir. Bulunduğu bölgenin tarihine bakacak olursak ülke gündemine oturacak olaylarla gündeme gelmemiştir. Çünkü tarikat, her türlü insanı aynı sofraya oturtmasını bilmiştir. Böylece diğer bölgelere nazaran daha sakin ve huzurlu hayat sürmektedir.
Tarikatlara yöneltilen olumsuz eleştiriler zaman zaman yerinde olmakla birlikte bu eleştirilerin tamamını kabul etmemiz mümkün değildir. Tarikatlar yapılan olumsuz eleştiriler tarikatın kendi içine yöneliktir. Ama bu kurumların sosyal faydaları tartışılamaz.

KALABALIKLARDAN BAHSEDELİM

Sınıflara, milletlere ayrılmış bir Avrupa’da yekpare bir kalabalıktan söz edilebilir mi?
(CEMİL MERİÇ, MAĞRADAKİLER)

Milliyetçilik modern dünyanın sorunu. Dünyanın binlerce yıllık geçmişinde onlarca imparatorluk vardı. İmparatorluklar insanları tek bir bayarak altında toplamayı amaçlayan devlet şekilleriydi. Bu imparatorluklar milliyetçilikle tarih sahnesinden silindi. Kriteri sadece insan olan anlayışın yerini, kriteri dil, din ve ırk aldı. Şimdi söyler misiniz milletlere ve sınıflara ayrılmış dünyadan nasıl kalabalıklardan söz edebiliriz? 


28 Ocak 2014 Salı

HİLAFET MESELESİ

İslam dünyasının asırlardır tartışma konularından biri hilafet diğer adıyla halifelik meselesidir. Sözlükte; arkada olmak, yerine geçmek gibi manalara gelir. Dini literatürde ise halife en yüksel yönetici, Hz. peygamberden sonra onun yerine geçen,  dini koruyan ve onu uygulayan ve dünya işlerini düzenleyen kişiye verilen unvandır. Biz burada halifeliğin iki farklı boyutunu ele alacağız. Birincisi ve en önemlisi olan İslam dünyasının devlet başkanlığı sorunu olan halifelik meselesi. Bildiğimiz gibi Hz. Muhammed(sav) iki görevi vardı: Risâlet ve riyaset. Risalet, Hz. peygamberle mürekkep olan bir vasıftır. Yani Risâlet dini getirip onu tebliğ etmektir. Bu da Hz. peygamberin ölmesiyle bitmiştir. Bundan sonra hiç kimse yeni bir din getirip bunu tebliğ etmeye kalkışamaz. Bu işe kalkışması zaten İslam’ın özüne aykırı olacaktır. Diğeri olan riyaset ise idare ve başkanlık etmek manalarına gelir. Yani riyaset devredilir bir vasıftır. İslam dünyasında ilk ayrılıkların çıkması bu riyaset yani hilafet meselesidir. Hilafet,  Hz. peygamberden sonra da İslam kuralları çerçevesinde kısa dönem gitse de bu gün bile çözüme ulaşmış değildir. Özellikle son asırlarda milliyetçilik etkisiyle İslam ülkelerinin suni sınırlar çizerek yönetimlerini kendi anlayışları doğrultusunda bir idare benimsemesi bu meselenin ne kadar mühim olduğunun en açık göstergesi. Hilafetin tanımını yaparken dini hükümleri koruyan ve uygulayan şeklinde bir ifade kullanmıştık. Ama günümüz İslam ülkelerinde devlet başkanlarının çoğu belki de hepsi dini hükümleri uygulamaktan uzaktır. Aynı zamanda devlet başında bulunanlar ölünceye kadar iktidarda kalmaktadır ve keyfi uygulamalar yapmaktadır. Oysa halife İslam âleminin efendisi ve hizmetkârı olmalıdır. İslam dünyasını gayri Müslim dünyaya karşı en iyi şekilde savunmak ve temsil etmelidir. 
Halifeliğin ikinci boyutu olan konuysa insanın halifeliği meselesidir. İnsanın halifeliği meselesi Allah’ın Bakara süresi 30. Ayette söylediği ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ sözüyle başlar.  Biz burada insanın halifeliğini yukarıdaki bilgiler doğrultusunda açıklamaya çalışacağız. Yukarıda halifeye dini temsil etmek ya da savunmak şeklinde görevler yükledik. Bu anlam çizgisinden haraketli Allah insanı kime karşı temsilci olarak yeryüzüne gönderecek? Bilindiği gibi yeryüzünde bir tek akıllı varlık insandır. Dolayısıyla insan, bir hayvana ya da bitkiye karşı Allah’ı temsil edemez. İnsan birilerine karşı Allah’ı temsil etmelidir.  Demek ki bakış açımızı genişletip farkı şekilde bakmasını bilmeliyiz. Yeryüzünde her insan hidayete ermediği muhakkaktır. Dolayısıyla hidayete eren insan hidayet ermeyen insana karşı Allah’ı temsil ve savunmakla mükelleftir. Yani her hidayet eren bir anlamda kendinin de başkanıdır ve sosyal hayat düzeniyle ilgili bir görevi vardır. Bu başkanların üzerinde bir genel başkan mevcuttur. O da ilk paragrafta açıkladığımız gibi Müslüman dünyasının halifesidir.Burada herkes işini yaptıkça temeli sağlam bir toplum düzeni çıkacağında hiç şüphe yoktur. Bu aynı zamanda İslam da sağlam bir idareciliğin olduğunu gösterir. Bu hedeflere bu gün ulaşmak pek güç gibi görünse de hiçbir şey geç değildir. 

19 Ocak 2014 Pazar

İSLAM BİRLİK ÜZERİNE

Geçmişte 'nasıl yaşanması gerektiğini?' kültür ve medeniyeti dünyaya öğretmiş bir dinin mensuplarıyız. Yine aynı zamanda aklın, bilimin ve inancın insanlığa rehber olduğunu gösteren bir dine sahibiz. Günümüze bu rollerimizin değiştiğini görmekteyiz. Ve İslam dünyası yıllardır neden geri kaldığın, tıpkı yıllar evvel olduğu gibi İslam’ın nasıl dünyaya hükümran olacağını? Düşünmektedir. Cevabı olmayan onca soru, insanı tatmin etmeyen ve içi boş fikirlerle uğraşmak İslam dünyasını ileri götürmek bir yana aksine geriletmektedir. Peki ya ne yapmalı? Her şeyden önce insan düzeltilmeli. Dünyayı düzeltmek, insanı düzeltmekle mümkün.
Gözlerinizi geçmişe çevirin. İslam medeniyetinin, Endülüs’ün ve Osmanlının dünyaya hükmettiği çağlar, âdemoğlunun yaşam sürdüğü en huzurlu çağlardı. Hak batıla galebe çalıyordu bir zaman. Ne zaman ki batıl Hakk’a galebe çalmaya başladı, bir kin ve nefret bulutu örttü gökyüzünü. Katliamlar ve kazananı olmayan savaşlar. Hak uğruna yapılmayan savaşların kazananı yoktur. O savaşlarda yenilgi muhakkak, kaybedeni insanlıktır o savaşların.
Mademki İslam’ın dünyaya hükmetmesi Hak, insan, önce İslam’ın kendine hükmetmesini sağlamalı. İnsanın olmadığı yerde toplum, toplumun olmadığı yerde devletin varlığından söz edilemez. Bu yolculuğun başı insandır. Ki İslam’da insan, O nurdan, Allah’ın nurundan bir parçadır.
Destanlar, gözyaşlarıyla yazılır. İslam, duygu ve düşünce dini. İnsan, inançsız çürümeye terk edilmiş bir beden gibi.
Eğer hedeflerinizin olmasını istiyorsanız hedeflerinizin içinin gerçek fikirlerle dolu olması gerekir. Bu da önce insanın kendisini tanımasıyla başlar. Bize düşen sağlam bir kişiliğe sahip, başarı arzusu olan, cahilliğe karşı savaş açmış, nerde olduğunu bilen bireyler olmak. Geçmişe gitmemize gerek yok. Bugün batıda ya da gelişmiş toplumlarda, beş-altı yaşındaki çocuk acıkınca, annesi mutfağı gösterir, kendi başına tabağı önüne koyar ve kendisi yer. Peki, bu durum bizde nasıl cereyan etmekte? Anne yemeğini hazırlar, başkası yemeğini yedirir, birisi peçetesini tutar… Ve biz bu şekilde yetiştirdiğimiz çocuklarımızdan başarı bekleriz. Evlatlarımız, hayata bir sıfır yenik başlamakta.
Güncel ve bir o kadar da önemli olan birlik meselesi: Aile birliği. Biz gereken aile birliğini sağlayabiliyor muyuz? Büyük hedefleri olan bir toplum nasıl olurda basit ve önemli bir birliği kuramaz? Peki, hayatları birleştirmek yani evlilik çocuk oyuncağı gibi sıradan mı görüyoruz? Amacım sizleri sorulara boğmak değil, unutulan değerleri haddim olmasa da hatırlatmak. Hatırlatmakta fayda görüyorum ki bu hadiseler yeni bir birlik kurmaya çalışan toplumlarda görülmekte. Annemiz-babamız veya akrabalarımız bir birliktelikten uzak olabilir. Ama genç ve eğitimli bir nesil olarak kuracağımız ailede bir birliktelik kurabilir, bir düzen oluşturabiliriz. Unutmayalım ki güçlü aileler güçlü toplumları doğurur.
Peki ya komşuluk ilişkileri, komşuluk hukuku? Bugün aynı apartmanda yaşayan insanların birbirini tanımamasına, selam bile alıp vermemelerine şahit olmaktayız. Bizler, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diyen bir inancın toplumuyuz. Madem öyle yine aile düzen ve birlikteliğini kurduğumuz gibi, komşuluk düzenimizi de kuralım. Şunu unutmayalım ki, bu bahsettiğimiz düzen İslam’ın ilk yıllarında mevcuttu. Bu demek oluyor ki asr-ı saadeti yaşamak uzak olan bir şey değil, elimizde olan bir şeydir.
Gelelim konunun en hakiki merkezine: İslam ülkeleri birliği. Bizim birlikteliğimiz aslında buradan başlamalıdır. Ama ne yazık ki küreselleşen dünya nedeniyle İslam ülkeleri bile kendi çıkarlarını, İslam görev ve amaçlarından önce tutuyor. O kadar telefon, televizyon, internet ve uçak olmasına rağmen neden İstanbul Bağdat’a bu kadar uzak. Ya da Şam Kudüs’e, Mekke Kahire’ye uzak. Günümüzde mesafelerin önemi var mı? Bizi birbirimize uzak tutan ne? Gönüller bir olduktan sonra mesafelerin önemi var mı?
Bu gün, yanı başımızda bir Avrupa ülkesi var(Yunanistan). Ekonomisi çökmek üzere ve bu ülke kan ter içinde ekonomisini ayakta tutmaya çalışmakta. Bir düşünün ki bir olmak birlikte olmak bizim inancımızın temel değerlerindendir. Bizden aldıkları kültür ve medeniyeti nerelere taşıdıklarını görüyoruz. Bizler kuran ve sünnet sayesinde ilerlememize rağmen gerilememizin sebebini de kuran ve sünnete bağlamak ne kadar mantıklı? Birlikteliğimizin bozulmasının sebebi bizim dünyalık arzu ve isteklerimiz değil mi? Kuran-ı kerimde "Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın ". Buyrulmasına rağmen bizler, ipi kopmuş tespih misali dört bir yana savruluyoruz. Ey İslam dünyası! Nerde sizin kardeşlik duygunuz? Biz niçin göremiyoruz?


BAŞLARKEN
















Başlarken diyorum
Başlarken hayata
Şiire, satırlarda kaybolmaya başlarken
Aşklarda kavuşmaya
Gurbette ayrılıklara
Yüreklerde kaybolmaya başlarken
Tatlı düşlerde
Yasakları yaşamaya başlarken…

                                                                                                                             


18 Ocak 2014 Cumartesi

BIRAK BENİ














Bırak da gönlün gönlümün kapılarını parçalasın
Bırak da gözlerin kalbimin limanlarında demirlesin
Bırak da yangın yangın bakışlarında yanayım
Bırak da bu yangınlardan bir bahar çıkarayım adına
Bırak da bu bahar kavuşayım sana
O zaman atayım tüm köprülerimi, batırayım tüm gemilerimi
Zamansız açayım mevsimsiz çiçekler gibi
İçinde durduğum mezar sessizliğinden çıkayım
Yaz yağmurlarında ıslanıp içimde yaşayayım çetin kışı
Alın yazımdır, kazayı kaderi yaşasam ne çıkar
Haydi, göster göster de gösterdiğin yerde yaşayayım

BAHANE

Hayat yazmak için bahane
Yaşamak bahane
Şiir için aşk, sevgi bahane
Olmayanı oldu göstermek bahane
Dert, yazmak için bahane
Ağlamak, şiire bahane

17 Ocak 2014 Cuma

İSLAMA YÖNELTİLEN OLUMSUZ ELEŞTİRİLER

Ilımlı İslam, islamafobya gibi kavramları son yıllarda çok duyar olduk. Bunun sebebi İslam dünyasının diğer insanlara verdiği olumsuz imaj. Şundan emin olmalıyız ki bir Gayri Müslim bizi bizden daha iyi bilmektedir. İslam’ın neye değer verdiği ortadadır. Gayri Müslim de İslam’ın neye değer verdiğin bilmektedirler. Öyleyse dünya neden İslam’a olumsuz bir tavır takınmaktadır? Hemen cevap verelim: Dünya bu tavrı İslam’a değil, Müslümana takınmaktadır. Bu bilgi doğrultusunda başta verdiğimiz kavramları açıklayalım. Ilımlı İslam’dan kasıt ılımlı Müslümanlık, İslamafobya’dan kasıt Müslüman korkusu. Çünkü İslam’ın sonradan ılımlı olması ya da sonradan korkulan bir din haline gelmesi söz konusu değildir. Bu değişken durumu insan yani Müslüman almıştır. Maalesef bu açığı biz kendi ellerimizle onlara vermekle hatalarımızı İslam’a mâl ettik. Asrısaadeti düşünün. Makasın kollarının birini İslam diğerini sahabeler olarak tasvir edin. Aradaki mesafe ne kadarda kapalı. Şimdi de günümüz Müslümanlığını düşünün. Aradaki mesafe ne kadar da açık. Bunun sebebi Müslümanların İslam’ı nasıl algıladığıyla alakalıdır. Özellikle Batı toplumunu İslam’a olumsuz tavır takınmasında oralarda yaşayan Müslümanların yaşayışları etkili olmuştur. Batı’da yaşayan Müslümanların aile yaşantısı ‘övündüğünüz İslam bu mu?’ imajı vermiştir. Avrupa’da ya da denizaşırı ülkelerde insanlar İslam’ı seçerken Müslüman yaşayışından değil de dinin temel kaynaklarından öğrenmesi de işin ayrı bir boyutu. İslam’a karşı takınılan olumsuz tavrın başında İslam hukukunun uygulamaları gelmektedir. İslam hukuku kendi içinde gelişmiş özgün bir hukuktur. İslam hukuku, miras hakkı ve çok evlilik gibi konulara saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırın olmasında biraz da bizim payımız vardır. Çünkü kendimizi ifade etmediğimizden bu saldırılar yaşanmaktadır. Eğer kendimizi anlatsaydık bu saldırıların bir kısmını elimine ederdik. İslam hukuku asırlar boyunca kümülatif olarak ilerlemiştir ve kendi içinde bir tutarlılığı vardır. Yıllar boyu devam eden birikimiyle biri ilim halini almış ve literatürde yer bulmuştur. Hukuk meselelerini tek tek ele alacak değiliz. Çünkü konumuz bu değildir. İslam’ın maruz kaldığı diğer mesele ise Kur ’anı kerimin muhtevasında çelişki oldu yönündeki eleştiridir. Kur’an meali okuyarak onun hakkında yorum yürütmek belki de en cahilce davranış olacaktır. Elbette Kur’an mealini okuyarak zorlanmadan anlamını çıkaracağımız ayetler mevcuttur. Buradaki mesele Kur’an’ın anlaşılması güç olan ayetlerini mealden okuyarak çelişkinden söz etmek yersiz bir eleştiridir. Bu eleştiriyi yöneltenler tefsir gibi bir ilimin dalının olduğunu düşünmediler mi? Kur’an’ın nazilinden bu yana onlarca ve cilt cilt tefsir kitapları yazıldı. Sırf altı yüz sayfalık bir kitabı anlamak içini. Aynı şekilde İslam hukuku gibi tefsire de literatürde bir yeri vardır.
Binaenaleyh, İslam’ın eleştirilere maruz kalmasının sebebi bizleriz. İslam’a yöneltilen olumsuz tavırların sadece bir kaçını aldık. Burada önemli olan daha öncede ifade ettiğimiz gibi kendimiz başkalarına anlatmakta güçlük çekmemizdir. Eğer kendimizi ifade edersek o zaman da bu olumsuz tavırlarla karşı karşıya gelmeyiz.  Aynı zamanda bu tavırların oluşmasında yaptıklarımız ve söylediklerimiz paralellik göstermemesi de ayrı bir meseledir.  

                                                                                             

16 Ocak 2014 Perşembe

DEVLET VE DİN

Din insanlar için ne olursa olsun vazgeçilmez bir unsurdur. Bir kişinin dahi olsan dinle ilişkisi olmadığı düşünülemez. Bu durum ateist biri içinde geçerlidir. Onun bu tutumu din konusundaki yerini belirler. Bu konu doğrultusunda son yüzyılda ortaya çıkan yeni bir kelime var. Adı: laiklik. Laikliğin temel anlayışı devlet yönetiminde herhangi bir din veya dini görüşün referans alınmamasıdır. Bununla birlikte zamanla laikliğe farlı anlamlarda yüklenmiştir. Bunlar akıl ve bilim ve vicdan hürriyetidir.  Ele alacağımız konu dinle devletin ayrı tutulması olacak. Konuya geçmeden önce laikliğin kısa tarihine bakmak meseleyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Laikliğin ortaya çıkması ortaçağa kadar gitmektedir. Ortaçağın dönemini özelliklerinden biri dinin her şeye egemen olmasıdır. Laiklik, Rönesans ve Reform hareketleriyle kendini iyiden iyiye hissettirdi. Özellikle Fransız devrimiyle devletin tüm kurumlarında hâkim olan bir ideoloji haline geldi. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan inkılaplar laiklik doğrultusunda yapıldı. Yapılan laiklik doğrultusundaki inkılaplar halkın tepkisini de çekti. Bu tepkinin oluşmasında ya laikliğin yanlış anlaşılması ya laiklikten kastedilenin ne olduğu bilinememesi ya da laikliğin kör bir ideolojiyle zihinlerde tutulmasıdır. Ve laiklik günümüzde –büyük bir nedenle laiklikten kastedilenin ne olduğu bilinmemekte- gündemde olan tartışmalardan biridir.  Laikliğin kısa tarihine baktıktan sonra devletle dinin nasıl ayrı tutulamaz olduğuna bakalım.  Bir devletin başında olduğunuzu düşünün ve kendinizde dinden soyutlayın. Bu söz laikliğin kendi içinde ters olan bir durum. İnsan doğuştan bir şeye inanma eğilimindedir. Bunu yazımızın başında da belirtmiştik.  Bu da laikliğin diğer anlamı olan akıl ve bilime ters düşer. Devleti yönetenler elbette kendi inançları doğrultusunda politikalar üretirler. Bunu dünyanın dört bir tarafında görebilirsiniz. Bu durum görmezden gelinemez. Özelliklede uluslararası ilişkiler bile yeri geldiğinde dini çıkarlara dayanıyor. Örnek verecek olursak İran’la tarih boyunca üst düzey seviye iyi ilişkilerimiz olmamıştır. Bunun nedeni İran toplumunun Şii, ülkemizin de Sünni inancı benimsemesidir. Bu da devletlerarası ilişkide ilişki de olduğunuz devletin dini yapısı sizin politikanızı belirlemenizde rol oynamıştır. Bu bir realitedir. Bu konu da görmezden gelinemez. İnsan vicdan duygusuna sahip bir varlıktır. Bundan dolayı insanın, neye değer veriyorsa ona göre ona göre hayatını devam ettirecektir. Din insanın yaratılışından beridir var olan bir şeydir ve var olmaya da devam edecektir.  


                                                                                                                                                             

14 Ocak 2014 Salı

UNUTULAN İBADET: ZEKÂT

“Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir” (Lokmân 31/3-4).
İnsan, sorumlu olduğunu bildiği halde sorumlu değilmiş gibi davranır hale gelmiş. Dünya, öyle bir hızla dönüyor ki, insan çevresinin farkına bile varmıyor. İşte bu yüzden insan zekât gibi önemli bir müesseseyi unutmuş. İnsan, insan olmayı unutmuş. Son süratle gittiği şu dünyada bir gün ayağının sendeleyeceğini unutmuş. İşte bu yüzde İnsanların zihinlerinin bir köşesine terk edilmiş çocuk gibidir zekât.                                                          
**
Namazlarımızı en azından cumadan cumaya kılmasını biliriz. Zamanı geldiğinde hac ibadetini yaparız. Yine zamanı geldiğinde oruçlarımızı gücümüz yettiğince tutarız. Kurbanımızı vakti gelince keseriz. Onca emek harcar yastığımız altında geleceğimiz için yatırım yaparız. Bunca ibadetlerimizi yaptığımız halde zekât gibi birleştirici bir müesseseyi unuturuz. Avrupa tarihinde sigorta kurumu 1940’lı yıllarda atıldığı halde İslam’da 1500 yıl önce mevcuttu.  Günümüzde zengin ile fakirin arasında kat kat fark olduğu şu dünyasında zekât, sosyal bir sigortadır. Zekât aynı zamanda İslam medeniyetinin temellerini oluşturur. Yani ayetin ifadesiyle ‘Şüphe yok ki Allah, kendilerine cenneti vermek üzere inananların canlarını, mallarını satın almıştır adeta.(tevbe.111). Yine açıklamak gerekirse İslam insanın mutluluğu için çalışır. Ayetten anlayacağımıza göre insanın mutluluğunu kendi mutluluğuna terk eden insanlar olmuştur. Ayet ve hadislerde zekât vermeyen kişiler hakkına hiç de iç açıcı haberler olmadığı halde bu kurumu nasıl göz ardı edilebilir? Bu konuyu bir daha düşünüp tartmak gerektiğimizin farkında mıyız acaba?
                                                                                             

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

KENDİ İÇİNDE ÇATIŞAN ÜLKE


Kendi içinde çatışan ülkeden kasıt o ülke insanlarının kültür ve medeniyette yerlerini belirleyememesidir. Kültür, en basit ifadesiyle insanın yaşam tarzıdır. Medeniyet ise bir toplumda bilim, sanat, düşünce ürünlerinin tamamını ifade eder. Kültür ve medeniyet arasındaki ilişki ise; kültür bir bölgeye ve ülkeye, medeniyet ise bölgelere ve ülkelere has kavramlardır. Batı medeniyeti, İslam medeniyeti gibi.  Yani medeniyet kültürden daha kapsayıcıdır.  Bir anlamda medeniyette yaşanan değişiklik kültürü de etkiler. Osmanlının son devri ve Cumhuriyetten bu yana ülkemizde kültür ve medeniyet çatışması yaşanmaktadır. Bu devirde yaşanan çatışmanın sebebi ikili müesseselerin farklı insan yetiştirmesidir. Hamuru İslam’ın mayasıyla yoğrulmuş bir milletin müesseslerini Batı kurumlarıyla değiştirmek toplumda bir ikilik yaratmıştır. Bu da insanımızın kendini tanımlamakta güçlük çekmesine neden olmuştur. Örneğin ‘sen kimsin?’ sorusuna ya cevap verememekte ya da farklı cevaplar vermektedir. Cevapların farklı olması ise kültür ve medeniyet çatışmasını en bariz göstergesidir. Çünkü insanlar verdiği cevaplar doğrultusunda yaşayacaklardır. Cevapların farklı olup bu doğrultuda yaşam sürülmesi toplumda muhtelif davranışları beraberinde getirecektir. Örneğin; ‘sen Batılı mısın yoksa Doğulu musun?’ sorusuna verilen yanıtları analiz edelim. Bu sorunu yanıtı ‘ben Batılıyım’ olsun. Bu doğrultuda Batılı gibi giyinirsiniz Batılı gibi davranırsınız. Ama sorun Batılı ülkelerin sizi Batılı olarak kabul etmemesi. Çünkü siz Doğu kültür ve medeniyetinden gelmiş bir toplumsunuz. (bk. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Yunan mucizesi) Sorunun yanıtını ‘ben Doğuluyum’ şeklinde cevap verelim. Ülkemizin yüzünü sürekli Batıya doğru baktığını gören Doğu toplumu bizi Batılı olarak nitelendirmektedir. Ülkemiz hem Doğu kültür ve medeniyetini hem de Batı kültür ve medeniyetini bir arada barındırmaktadır. Bu durum, toplumumuzun melez yapıda olduğunu göstermektedir.

Mamafih, ülkemizde bir kültür ve medeniyet çatışması meydana gelmiş ve insanımızda bu unsurlar içinde yerini belirleyememiştir. ‘sen kimsin?’ sorusunu soranlar dahi bu sorunun yanıtını verememektedir. Yani içinde olduğumuz durum büyük bir kimlik bunalımıdır.

4 Ocak 2014 Cumartesi

1 Ocak 2014 Çarşamba

HAKKIMDA


AHMET AKTAŞ, 1992 ŞUHUT\AFYONKARAHİSAR DOĞUMLUYUM. 2006-2010 ŞUHUT ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ MEZUNUYUM. 2010 YILINDA CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİNE BAŞLADIM. YAZIM HAYATINA ÜNİVERSİTE GAZETESİ OLAN KAMPÜSCÜ GAZETESİNDE BAŞLADIM. ŞİİRLERİM SİNADA DERGİSİ, SUKUT DERGİSİNDE VE ÇEŞİTLİ İNTERNET DERGİLERİNDE YAYIMLANDI. ENFA(ESKİ ADI NUN) EDEBİYAT DERGAHI ALTINDA ŞİİR HAYATIMA DEVAM EDİYORUM. 2014 AĞUSTOS AYINDA SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ İSLAM HUKUKUNDAN YÜKSEK LİSANSA BAŞLADIM. AMACIM NE PEKİ? DÜNYAYI HIZLI HIZLI ADIMLAYANLARIN ARKASINDAN BAĞIRMAK. BELKİ BİRİSİ SESİMİ DUYAR.