Pages

28 Ocak 2014 Salı

HİLAFET MESELESİ

İslam dünyasının asırlardır tartışma konularından biri hilafet diğer adıyla halifelik meselesidir. Sözlükte; arkada olmak, yerine geçmek gibi manalara gelir. Dini literatürde ise halife en yüksel yönetici, Hz. peygamberden sonra onun yerine geçen,  dini koruyan ve onu uygulayan ve dünya işlerini düzenleyen kişiye verilen unvandır. Biz burada halifeliğin iki farklı boyutunu ele alacağız. Birincisi ve en önemlisi olan İslam dünyasının devlet başkanlığı sorunu olan halifelik meselesi. Bildiğimiz gibi Hz. Muhammed(sav) iki görevi vardı: Risâlet ve riyaset. Risalet, Hz. peygamberle mürekkep olan bir vasıftır. Yani Risâlet dini getirip onu tebliğ etmektir. Bu da Hz. peygamberin ölmesiyle bitmiştir. Bundan sonra hiç kimse yeni bir din getirip bunu tebliğ etmeye kalkışamaz. Bu işe kalkışması zaten İslam’ın özüne aykırı olacaktır. Diğeri olan riyaset ise idare ve başkanlık etmek manalarına gelir. Yani riyaset devredilir bir vasıftır. İslam dünyasında ilk ayrılıkların çıkması bu riyaset yani hilafet meselesidir. Hilafet,  Hz. peygamberden sonra da İslam kuralları çerçevesinde kısa dönem gitse de bu gün bile çözüme ulaşmış değildir. Özellikle son asırlarda milliyetçilik etkisiyle İslam ülkelerinin suni sınırlar çizerek yönetimlerini kendi anlayışları doğrultusunda bir idare benimsemesi bu meselenin ne kadar mühim olduğunun en açık göstergesi. Hilafetin tanımını yaparken dini hükümleri koruyan ve uygulayan şeklinde bir ifade kullanmıştık. Ama günümüz İslam ülkelerinde devlet başkanlarının çoğu belki de hepsi dini hükümleri uygulamaktan uzaktır. Aynı zamanda devlet başında bulunanlar ölünceye kadar iktidarda kalmaktadır ve keyfi uygulamalar yapmaktadır. Oysa halife İslam âleminin efendisi ve hizmetkârı olmalıdır. İslam dünyasını gayri Müslim dünyaya karşı en iyi şekilde savunmak ve temsil etmelidir. 
Halifeliğin ikinci boyutu olan konuysa insanın halifeliği meselesidir. İnsanın halifeliği meselesi Allah’ın Bakara süresi 30. Ayette söylediği ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ sözüyle başlar.  Biz burada insanın halifeliğini yukarıdaki bilgiler doğrultusunda açıklamaya çalışacağız. Yukarıda halifeye dini temsil etmek ya da savunmak şeklinde görevler yükledik. Bu anlam çizgisinden haraketli Allah insanı kime karşı temsilci olarak yeryüzüne gönderecek? Bilindiği gibi yeryüzünde bir tek akıllı varlık insandır. Dolayısıyla insan, bir hayvana ya da bitkiye karşı Allah’ı temsil edemez. İnsan birilerine karşı Allah’ı temsil etmelidir.  Demek ki bakış açımızı genişletip farkı şekilde bakmasını bilmeliyiz. Yeryüzünde her insan hidayete ermediği muhakkaktır. Dolayısıyla hidayete eren insan hidayet ermeyen insana karşı Allah’ı temsil ve savunmakla mükelleftir. Yani her hidayet eren bir anlamda kendinin de başkanıdır ve sosyal hayat düzeniyle ilgili bir görevi vardır. Bu başkanların üzerinde bir genel başkan mevcuttur. O da ilk paragrafta açıkladığımız gibi Müslüman dünyasının halifesidir.Burada herkes işini yaptıkça temeli sağlam bir toplum düzeni çıkacağında hiç şüphe yoktur. Bu aynı zamanda İslam da sağlam bir idareciliğin olduğunu gösterir. Bu hedeflere bu gün ulaşmak pek güç gibi görünse de hiçbir şey geç değildir. 

19 Ocak 2014 Pazar

İSLAM BİRLİK ÜZERİNE

Geçmişte 'nasıl yaşanması gerektiğini?' kültür ve medeniyeti dünyaya öğretmiş bir dinin mensuplarıyız. Yine aynı zamanda aklın, bilimin ve inancın insanlığa rehber olduğunu gösteren bir dine sahibiz. Günümüze bu rollerimizin değiştiğini görmekteyiz. Ve İslam dünyası yıllardır neden geri kaldığın, tıpkı yıllar evvel olduğu gibi İslam’ın nasıl dünyaya hükümran olacağını? Düşünmektedir. Cevabı olmayan onca soru, insanı tatmin etmeyen ve içi boş fikirlerle uğraşmak İslam dünyasını ileri götürmek bir yana aksine geriletmektedir. Peki ya ne yapmalı? Her şeyden önce insan düzeltilmeli. Dünyayı düzeltmek, insanı düzeltmekle mümkün.
Gözlerinizi geçmişe çevirin. İslam medeniyetinin, Endülüs’ün ve Osmanlının dünyaya hükmettiği çağlar, âdemoğlunun yaşam sürdüğü en huzurlu çağlardı. Hak batıla galebe çalıyordu bir zaman. Ne zaman ki batıl Hakk’a galebe çalmaya başladı, bir kin ve nefret bulutu örttü gökyüzünü. Katliamlar ve kazananı olmayan savaşlar. Hak uğruna yapılmayan savaşların kazananı yoktur. O savaşlarda yenilgi muhakkak, kaybedeni insanlıktır o savaşların.
Mademki İslam’ın dünyaya hükmetmesi Hak, insan, önce İslam’ın kendine hükmetmesini sağlamalı. İnsanın olmadığı yerde toplum, toplumun olmadığı yerde devletin varlığından söz edilemez. Bu yolculuğun başı insandır. Ki İslam’da insan, O nurdan, Allah’ın nurundan bir parçadır.
Destanlar, gözyaşlarıyla yazılır. İslam, duygu ve düşünce dini. İnsan, inançsız çürümeye terk edilmiş bir beden gibi.
Eğer hedeflerinizin olmasını istiyorsanız hedeflerinizin içinin gerçek fikirlerle dolu olması gerekir. Bu da önce insanın kendisini tanımasıyla başlar. Bize düşen sağlam bir kişiliğe sahip, başarı arzusu olan, cahilliğe karşı savaş açmış, nerde olduğunu bilen bireyler olmak. Geçmişe gitmemize gerek yok. Bugün batıda ya da gelişmiş toplumlarda, beş-altı yaşındaki çocuk acıkınca, annesi mutfağı gösterir, kendi başına tabağı önüne koyar ve kendisi yer. Peki, bu durum bizde nasıl cereyan etmekte? Anne yemeğini hazırlar, başkası yemeğini yedirir, birisi peçetesini tutar… Ve biz bu şekilde yetiştirdiğimiz çocuklarımızdan başarı bekleriz. Evlatlarımız, hayata bir sıfır yenik başlamakta.
Güncel ve bir o kadar da önemli olan birlik meselesi: Aile birliği. Biz gereken aile birliğini sağlayabiliyor muyuz? Büyük hedefleri olan bir toplum nasıl olurda basit ve önemli bir birliği kuramaz? Peki, hayatları birleştirmek yani evlilik çocuk oyuncağı gibi sıradan mı görüyoruz? Amacım sizleri sorulara boğmak değil, unutulan değerleri haddim olmasa da hatırlatmak. Hatırlatmakta fayda görüyorum ki bu hadiseler yeni bir birlik kurmaya çalışan toplumlarda görülmekte. Annemiz-babamız veya akrabalarımız bir birliktelikten uzak olabilir. Ama genç ve eğitimli bir nesil olarak kuracağımız ailede bir birliktelik kurabilir, bir düzen oluşturabiliriz. Unutmayalım ki güçlü aileler güçlü toplumları doğurur.
Peki ya komşuluk ilişkileri, komşuluk hukuku? Bugün aynı apartmanda yaşayan insanların birbirini tanımamasına, selam bile alıp vermemelerine şahit olmaktayız. Bizler, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diyen bir inancın toplumuyuz. Madem öyle yine aile düzen ve birlikteliğini kurduğumuz gibi, komşuluk düzenimizi de kuralım. Şunu unutmayalım ki, bu bahsettiğimiz düzen İslam’ın ilk yıllarında mevcuttu. Bu demek oluyor ki asr-ı saadeti yaşamak uzak olan bir şey değil, elimizde olan bir şeydir.
Gelelim konunun en hakiki merkezine: İslam ülkeleri birliği. Bizim birlikteliğimiz aslında buradan başlamalıdır. Ama ne yazık ki küreselleşen dünya nedeniyle İslam ülkeleri bile kendi çıkarlarını, İslam görev ve amaçlarından önce tutuyor. O kadar telefon, televizyon, internet ve uçak olmasına rağmen neden İstanbul Bağdat’a bu kadar uzak. Ya da Şam Kudüs’e, Mekke Kahire’ye uzak. Günümüzde mesafelerin önemi var mı? Bizi birbirimize uzak tutan ne? Gönüller bir olduktan sonra mesafelerin önemi var mı?
Bu gün, yanı başımızda bir Avrupa ülkesi var(Yunanistan). Ekonomisi çökmek üzere ve bu ülke kan ter içinde ekonomisini ayakta tutmaya çalışmakta. Bir düşünün ki bir olmak birlikte olmak bizim inancımızın temel değerlerindendir. Bizden aldıkları kültür ve medeniyeti nerelere taşıdıklarını görüyoruz. Bizler kuran ve sünnet sayesinde ilerlememize rağmen gerilememizin sebebini de kuran ve sünnete bağlamak ne kadar mantıklı? Birlikteliğimizin bozulmasının sebebi bizim dünyalık arzu ve isteklerimiz değil mi? Kuran-ı kerimde "Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın ". Buyrulmasına rağmen bizler, ipi kopmuş tespih misali dört bir yana savruluyoruz. Ey İslam dünyası! Nerde sizin kardeşlik duygunuz? Biz niçin göremiyoruz?


BAŞLARKEN
















Başlarken diyorum
Başlarken hayata
Şiire, satırlarda kaybolmaya başlarken
Aşklarda kavuşmaya
Gurbette ayrılıklara
Yüreklerde kaybolmaya başlarken
Tatlı düşlerde
Yasakları yaşamaya başlarken…

                                                                                                                             


18 Ocak 2014 Cumartesi

BIRAK BENİ














Bırak da gönlün gönlümün kapılarını parçalasın
Bırak da gözlerin kalbimin limanlarında demirlesin
Bırak da yangın yangın bakışlarında yanayım
Bırak da bu yangınlardan bir bahar çıkarayım adına
Bırak da bu bahar kavuşayım sana
O zaman atayım tüm köprülerimi, batırayım tüm gemilerimi
Zamansız açayım mevsimsiz çiçekler gibi
İçinde durduğum mezar sessizliğinden çıkayım
Yaz yağmurlarında ıslanıp içimde yaşayayım çetin kışı
Alın yazımdır, kazayı kaderi yaşasam ne çıkar
Haydi, göster göster de gösterdiğin yerde yaşayayım

BAHANE

Hayat yazmak için bahane
Yaşamak bahane
Şiir için aşk, sevgi bahane
Olmayanı oldu göstermek bahane
Dert, yazmak için bahane
Ağlamak, şiire bahane

17 Ocak 2014 Cuma

İSLAMA YÖNELTİLEN OLUMSUZ ELEŞTİRİLER

Ilımlı İslam, islamafobya gibi kavramları son yıllarda çok duyar olduk. Bunun sebebi İslam dünyasının diğer insanlara verdiği olumsuz imaj. Şundan emin olmalıyız ki bir Gayri Müslim bizi bizden daha iyi bilmektedir. İslam’ın neye değer verdiği ortadadır. Gayri Müslim de İslam’ın neye değer verdiğin bilmektedirler. Öyleyse dünya neden İslam’a olumsuz bir tavır takınmaktadır? Hemen cevap verelim: Dünya bu tavrı İslam’a değil, Müslümana takınmaktadır. Bu bilgi doğrultusunda başta verdiğimiz kavramları açıklayalım. Ilımlı İslam’dan kasıt ılımlı Müslümanlık, İslamafobya’dan kasıt Müslüman korkusu. Çünkü İslam’ın sonradan ılımlı olması ya da sonradan korkulan bir din haline gelmesi söz konusu değildir. Bu değişken durumu insan yani Müslüman almıştır. Maalesef bu açığı biz kendi ellerimizle onlara vermekle hatalarımızı İslam’a mâl ettik. Asrısaadeti düşünün. Makasın kollarının birini İslam diğerini sahabeler olarak tasvir edin. Aradaki mesafe ne kadarda kapalı. Şimdi de günümüz Müslümanlığını düşünün. Aradaki mesafe ne kadar da açık. Bunun sebebi Müslümanların İslam’ı nasıl algıladığıyla alakalıdır. Özellikle Batı toplumunu İslam’a olumsuz tavır takınmasında oralarda yaşayan Müslümanların yaşayışları etkili olmuştur. Batı’da yaşayan Müslümanların aile yaşantısı ‘övündüğünüz İslam bu mu?’ imajı vermiştir. Avrupa’da ya da denizaşırı ülkelerde insanlar İslam’ı seçerken Müslüman yaşayışından değil de dinin temel kaynaklarından öğrenmesi de işin ayrı bir boyutu. İslam’a karşı takınılan olumsuz tavrın başında İslam hukukunun uygulamaları gelmektedir. İslam hukuku kendi içinde gelişmiş özgün bir hukuktur. İslam hukuku, miras hakkı ve çok evlilik gibi konulara saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırın olmasında biraz da bizim payımız vardır. Çünkü kendimizi ifade etmediğimizden bu saldırılar yaşanmaktadır. Eğer kendimizi anlatsaydık bu saldırıların bir kısmını elimine ederdik. İslam hukuku asırlar boyunca kümülatif olarak ilerlemiştir ve kendi içinde bir tutarlılığı vardır. Yıllar boyu devam eden birikimiyle biri ilim halini almış ve literatürde yer bulmuştur. Hukuk meselelerini tek tek ele alacak değiliz. Çünkü konumuz bu değildir. İslam’ın maruz kaldığı diğer mesele ise Kur ’anı kerimin muhtevasında çelişki oldu yönündeki eleştiridir. Kur’an meali okuyarak onun hakkında yorum yürütmek belki de en cahilce davranış olacaktır. Elbette Kur’an mealini okuyarak zorlanmadan anlamını çıkaracağımız ayetler mevcuttur. Buradaki mesele Kur’an’ın anlaşılması güç olan ayetlerini mealden okuyarak çelişkinden söz etmek yersiz bir eleştiridir. Bu eleştiriyi yöneltenler tefsir gibi bir ilimin dalının olduğunu düşünmediler mi? Kur’an’ın nazilinden bu yana onlarca ve cilt cilt tefsir kitapları yazıldı. Sırf altı yüz sayfalık bir kitabı anlamak içini. Aynı şekilde İslam hukuku gibi tefsire de literatürde bir yeri vardır.
Binaenaleyh, İslam’ın eleştirilere maruz kalmasının sebebi bizleriz. İslam’a yöneltilen olumsuz tavırların sadece bir kaçını aldık. Burada önemli olan daha öncede ifade ettiğimiz gibi kendimiz başkalarına anlatmakta güçlük çekmemizdir. Eğer kendimizi ifade edersek o zaman da bu olumsuz tavırlarla karşı karşıya gelmeyiz.  Aynı zamanda bu tavırların oluşmasında yaptıklarımız ve söylediklerimiz paralellik göstermemesi de ayrı bir meseledir.  

                                                                                             

16 Ocak 2014 Perşembe

DEVLET VE DİN

Din insanlar için ne olursa olsun vazgeçilmez bir unsurdur. Bir kişinin dahi olsan dinle ilişkisi olmadığı düşünülemez. Bu durum ateist biri içinde geçerlidir. Onun bu tutumu din konusundaki yerini belirler. Bu konu doğrultusunda son yüzyılda ortaya çıkan yeni bir kelime var. Adı: laiklik. Laikliğin temel anlayışı devlet yönetiminde herhangi bir din veya dini görüşün referans alınmamasıdır. Bununla birlikte zamanla laikliğe farlı anlamlarda yüklenmiştir. Bunlar akıl ve bilim ve vicdan hürriyetidir.  Ele alacağımız konu dinle devletin ayrı tutulması olacak. Konuya geçmeden önce laikliğin kısa tarihine bakmak meseleyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Laikliğin ortaya çıkması ortaçağa kadar gitmektedir. Ortaçağın dönemini özelliklerinden biri dinin her şeye egemen olmasıdır. Laiklik, Rönesans ve Reform hareketleriyle kendini iyiden iyiye hissettirdi. Özellikle Fransız devrimiyle devletin tüm kurumlarında hâkim olan bir ideoloji haline geldi. Daha sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan inkılaplar laiklik doğrultusunda yapıldı. Yapılan laiklik doğrultusundaki inkılaplar halkın tepkisini de çekti. Bu tepkinin oluşmasında ya laikliğin yanlış anlaşılması ya laiklikten kastedilenin ne olduğu bilinememesi ya da laikliğin kör bir ideolojiyle zihinlerde tutulmasıdır. Ve laiklik günümüzde –büyük bir nedenle laiklikten kastedilenin ne olduğu bilinmemekte- gündemde olan tartışmalardan biridir.  Laikliğin kısa tarihine baktıktan sonra devletle dinin nasıl ayrı tutulamaz olduğuna bakalım.  Bir devletin başında olduğunuzu düşünün ve kendinizde dinden soyutlayın. Bu söz laikliğin kendi içinde ters olan bir durum. İnsan doğuştan bir şeye inanma eğilimindedir. Bunu yazımızın başında da belirtmiştik.  Bu da laikliğin diğer anlamı olan akıl ve bilime ters düşer. Devleti yönetenler elbette kendi inançları doğrultusunda politikalar üretirler. Bunu dünyanın dört bir tarafında görebilirsiniz. Bu durum görmezden gelinemez. Özelliklede uluslararası ilişkiler bile yeri geldiğinde dini çıkarlara dayanıyor. Örnek verecek olursak İran’la tarih boyunca üst düzey seviye iyi ilişkilerimiz olmamıştır. Bunun nedeni İran toplumunun Şii, ülkemizin de Sünni inancı benimsemesidir. Bu da devletlerarası ilişkide ilişki de olduğunuz devletin dini yapısı sizin politikanızı belirlemenizde rol oynamıştır. Bu bir realitedir. Bu konu da görmezden gelinemez. İnsan vicdan duygusuna sahip bir varlıktır. Bundan dolayı insanın, neye değer veriyorsa ona göre ona göre hayatını devam ettirecektir. Din insanın yaratılışından beridir var olan bir şeydir ve var olmaya da devam edecektir.  


                                                                                                                                                             

14 Ocak 2014 Salı

UNUTULAN İBADET: ZEKÂT

“Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir” (Lokmân 31/3-4).
İnsan, sorumlu olduğunu bildiği halde sorumlu değilmiş gibi davranır hale gelmiş. Dünya, öyle bir hızla dönüyor ki, insan çevresinin farkına bile varmıyor. İşte bu yüzden insan zekât gibi önemli bir müesseseyi unutmuş. İnsan, insan olmayı unutmuş. Son süratle gittiği şu dünyada bir gün ayağının sendeleyeceğini unutmuş. İşte bu yüzde İnsanların zihinlerinin bir köşesine terk edilmiş çocuk gibidir zekât.                                                          
**
Namazlarımızı en azından cumadan cumaya kılmasını biliriz. Zamanı geldiğinde hac ibadetini yaparız. Yine zamanı geldiğinde oruçlarımızı gücümüz yettiğince tutarız. Kurbanımızı vakti gelince keseriz. Onca emek harcar yastığımız altında geleceğimiz için yatırım yaparız. Bunca ibadetlerimizi yaptığımız halde zekât gibi birleştirici bir müesseseyi unuturuz. Avrupa tarihinde sigorta kurumu 1940’lı yıllarda atıldığı halde İslam’da 1500 yıl önce mevcuttu.  Günümüzde zengin ile fakirin arasında kat kat fark olduğu şu dünyasında zekât, sosyal bir sigortadır. Zekât aynı zamanda İslam medeniyetinin temellerini oluşturur. Yani ayetin ifadesiyle ‘Şüphe yok ki Allah, kendilerine cenneti vermek üzere inananların canlarını, mallarını satın almıştır adeta.(tevbe.111). Yine açıklamak gerekirse İslam insanın mutluluğu için çalışır. Ayetten anlayacağımıza göre insanın mutluluğunu kendi mutluluğuna terk eden insanlar olmuştur. Ayet ve hadislerde zekât vermeyen kişiler hakkına hiç de iç açıcı haberler olmadığı halde bu kurumu nasıl göz ardı edilebilir? Bu konuyu bir daha düşünüp tartmak gerektiğimizin farkında mıyız acaba?
                                                                                             

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

KENDİ İÇİNDE ÇATIŞAN ÜLKE


Kendi içinde çatışan ülkeden kasıt o ülke insanlarının kültür ve medeniyette yerlerini belirleyememesidir. Kültür, en basit ifadesiyle insanın yaşam tarzıdır. Medeniyet ise bir toplumda bilim, sanat, düşünce ürünlerinin tamamını ifade eder. Kültür ve medeniyet arasındaki ilişki ise; kültür bir bölgeye ve ülkeye, medeniyet ise bölgelere ve ülkelere has kavramlardır. Batı medeniyeti, İslam medeniyeti gibi.  Yani medeniyet kültürden daha kapsayıcıdır.  Bir anlamda medeniyette yaşanan değişiklik kültürü de etkiler. Osmanlının son devri ve Cumhuriyetten bu yana ülkemizde kültür ve medeniyet çatışması yaşanmaktadır. Bu devirde yaşanan çatışmanın sebebi ikili müesseselerin farklı insan yetiştirmesidir. Hamuru İslam’ın mayasıyla yoğrulmuş bir milletin müesseslerini Batı kurumlarıyla değiştirmek toplumda bir ikilik yaratmıştır. Bu da insanımızın kendini tanımlamakta güçlük çekmesine neden olmuştur. Örneğin ‘sen kimsin?’ sorusuna ya cevap verememekte ya da farklı cevaplar vermektedir. Cevapların farklı olması ise kültür ve medeniyet çatışmasını en bariz göstergesidir. Çünkü insanlar verdiği cevaplar doğrultusunda yaşayacaklardır. Cevapların farklı olup bu doğrultuda yaşam sürülmesi toplumda muhtelif davranışları beraberinde getirecektir. Örneğin; ‘sen Batılı mısın yoksa Doğulu musun?’ sorusuna verilen yanıtları analiz edelim. Bu sorunu yanıtı ‘ben Batılıyım’ olsun. Bu doğrultuda Batılı gibi giyinirsiniz Batılı gibi davranırsınız. Ama sorun Batılı ülkelerin sizi Batılı olarak kabul etmemesi. Çünkü siz Doğu kültür ve medeniyetinden gelmiş bir toplumsunuz. (bk. Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Yunan mucizesi) Sorunun yanıtını ‘ben Doğuluyum’ şeklinde cevap verelim. Ülkemizin yüzünü sürekli Batıya doğru baktığını gören Doğu toplumu bizi Batılı olarak nitelendirmektedir. Ülkemiz hem Doğu kültür ve medeniyetini hem de Batı kültür ve medeniyetini bir arada barındırmaktadır. Bu durum, toplumumuzun melez yapıda olduğunu göstermektedir.

Mamafih, ülkemizde bir kültür ve medeniyet çatışması meydana gelmiş ve insanımızda bu unsurlar içinde yerini belirleyememiştir. ‘sen kimsin?’ sorusunu soranlar dahi bu sorunun yanıtını verememektedir. Yani içinde olduğumuz durum büyük bir kimlik bunalımıdır.

4 Ocak 2014 Cumartesi

1 Ocak 2014 Çarşamba

HAKKIMDA


AHMET AKTAŞ, 1992 ŞUHUT\AFYONKARAHİSAR DOĞUMLUYUM. 2006-2010 ŞUHUT ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ MEZUNUYUM. 2010 YILINDA CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİNE BAŞLADIM. YAZIM HAYATINA ÜNİVERSİTE GAZETESİ OLAN KAMPÜSCÜ GAZETESİNDE BAŞLADIM. ŞİİRLERİM SİNADA DERGİSİ, SUKUT DERGİSİNDE VE ÇEŞİTLİ İNTERNET DERGİLERİNDE YAYIMLANDI. ENFA(ESKİ ADI NUN) EDEBİYAT DERGAHI ALTINDA ŞİİR HAYATIMA DEVAM EDİYORUM. 2014 AĞUSTOS AYINDA SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ İSLAM HUKUKUNDAN YÜKSEK LİSANSA BAŞLADIM. AMACIM NE PEKİ? DÜNYAYI HIZLI HIZLI ADIMLAYANLARIN ARKASINDAN BAĞIRMAK. BELKİ BİRİSİ SESİMİ DUYAR.